Tarihtilkisi
18 Ocak 2013 Cuma
11 Ocak 2013 Cuma
ABD Sonrası Kargaşaya Hazırlık: Güney Kore'nin Yeni Stratejik Tercihi
20.yy önemli siyasi gelişmelere sahne olurken Amerikan gücü ve etkinliği özellikle Soğuk Savaş sonrası dünya genelinde hakimiyetini ispatlamıştı. Öyle ki ABD, Roma'dan beri gelen en güçlü devlet ve diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında askeri,ekonomik ve siyasi gücü bakımından bu ülkelerin toplamından daha üstün kabul ediliyordu. Ancak bugün ABD'nin askeri gücü ve silah sanayi etkinliğini korurken ekonomik ve siyasi gücü gerilemekte bu da Amerikan gücünü uzun süre yüksek büyüme hızını korumuş, askeri yatırımlarını artırmış, Şangay İşbirliği Teşkilatıyla siyasi gücü giderek gelişmiş zamanla bir deve dönüşen Çin karşısında zayıflayan bir pozisyona geriletmektedir.
Amerikan sistemi sık sık Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında kayıkçı kavgasına neden olan ulusal borçlar başta olmak üzere bozuk finansal sistem, artan sosyal eşitsizlik, bozulan altyapı, halkın özellikle Michael Moore ve Jay Leno programlarında tanık olduğumuz cehaleti, lobilerin etki alanına fazlasıyla açık siyasi mekanizması ile giderek zayıflamaktadır. İşte Amerikan gücü gerilerken bazı ülkelerin dünya üzerindeki konumlarını yeniden tanımlamaya bunu tanımlarken de yeni müttefikler bulmaya çalışmaları doğal bir sonuç olacaktır. Bu ülkelerden biri de Güney Kore'dir. Kuzeydoğu Asya'nın stratejik anahtarı sayılabilecek bir konumda bulunan Kore yarımadası Uzakdoğu güç dengeleri açısından hayati önemde bulunmaktadır. Tarih boyunca Japonlar güçlü oldukları zaman Asya kıtasına bir basamak tahtası olarak ilk bu bölgeyi kullandılar bu durumun tam tersi olarak tarih boyunca Japonya için tehdit de Kore yarımadasından gelmekteydi. Yani Kore, Asya'nın iki tarafında kurulu tahteravallinin denge noktası sayılmaktaydı. Kore Savaşı da bu denge noktasının paylaşılması temelinde gelişirken halihazırda taraflar arasında ateşkes anlaşması bulunmadığından savaş durumu devam etmektedir. Günümüzde Batı dünyasına entegre, gelişmiş sanayisi dünyaca ünlü markaları olan bir refah devleti konumundaki Güney Kore, 1953 yılında ABD ile yaptığı savunma anlaşmasıyla Çin ve Sovyet desteğindeki Kuzey Kore'ye karşı Amerikan şemsiyesinin altına girmiş ve yıllar geçtikçe Kuzey Kore'den gelen kışkırtmalara karşı ki bunlardan en barizi 2010 yılında Cheonan adlı savaş gemisinin batırılması ve 46 askerinin ölümüyle sonuçlanmıştır, Güney Kore her defasında ABD'ye güvenmiş ve onun desteğinin devam ettiğini vurgulamaya çalışmıştır. Kuzey Kore'nin nükleer silah yapma kapasitesi, elindeki balistik füzeler ve en son 12 Aralık'ta uzaya fırlattığı roketin menzilinin Güney Korelilerin iddiasına göre 10 bin km'yi geçmesi ki bu ABD başta olmak üzere onun üsleri ve müttefiklerinin bulunduğu geniş bir alana füze saldırısı yapabilecek potansiyele sahip olmak demek, bu ciddi bir gözdağı sayılabilmektedir. Kuzey Kore'nin teknolojik atılımının arkasında ise Çin'in olması muhtemel gözükmekte, bu Çin'in tarih boyunca kullandığı yakındaki dostlarını uzaktaki düşmanlarına karşı kullanma politikasıyla da örtüşmektedir. İşte bu durumda Güney Kore, ABD gücü zayıflarken çok temel bir soruyu kendisine sormak durumunda kalacaktır. "Çin'e bel bağlanabilir mi ya da Japonya ile stratejik bir ittifak kurulabilir mi?"
Bu sancılı durumun cevabı yavaş yavaş netleşmektedir. İki ülkede yapılan son seçimlerde iktidara gelen Japon Başbakan Şinzo Abe ile Güney Kore'nin yeni kadın Cumhurbaşkanı Park-Geun-hye'nin açıklamaları gelecek dönemde bir yakınlaşma olacağının göstergesi sayılmaktadır. Zaten ülkelerin stratejik gerçeklikleri ile ortak demokratik değerleri bunu desteklemektedir. Ancak iki ülke arasında özellikle Japon kibir ve saldırganlığının geliştiği sömürgeci geçmişin olumsuz etkileri ve adalar üzerinde sınır anlaşmazlığı bulunmaktadır. Sorunların aşılması iki ülkenin yakın dönemde ilişkilerini geliştirmeleri durumunda bunun Çin'e güçlü bir mesaj vereceği kabul edilebilir ancak bu tek başına orta ve uzun vadede işe yaramayabilir. Giderek güçlenen Çin, sadece ekonomik olarak değil askeri, siyasi hatta Konfüçyus Enstitüleri kurarak kültürel açıdan da varlığını güçlendirmektedir. Olası Güney Kore ve Japonya ittifakına Rusya'nin katılımı gerekmektedir ki Çin'in bölgedeki gücünü dengeleyebilecektir.
Japonya ile Güney Kore arasındaki sorunların çözülmemesi durumunda Güney Kore, Çin'nin yörüngesine girebilir ki bu ihtimal Çin'nin sanayisinde zayıf noktası sayılan Güney Kore sanayisinin ise başat bir unsuru olan yenilikçilik ya da yeni teknolojilerin icadı ve adaptasyonu yeteneğiyle birleştiğinde verimli sonuçlar elde edilebilir.
Tüm bu olasılıklar geleceğin dünyasında özellikle de 2025'e doğru ilerlerken daha çok konuşılacak ABD'nin gücünün zayıfladığı çeşitli krizlerle ortaya çıkar çıkmaz ülkeler kendilerinden daha az güçlü ülkelerle daha cüretkar bir şekilde hesaplaşmaya çalışacak dikkate değer ekonomik kalkınması, Batı yanlısı demokratik sistemi ve ABD ile müttefiklerinin uğruna binlerce askerlerini feda ettikleri bir ülkenin tercihleri de hayati önem taşıtacaktır.
7 Eylül 2012 Cuma
Aşkın
Sıradanlığı Üzerine
Giriş
Almanya
doğumlu Yahudi yazar, Savyon Liebrecht'in yazdığı gerçek bir aşk hikâyesinin
konu alındığı “Aşkın Sıradanlığı” isimli oyun Martin Heidegger ile Hannah
Arendt’in ilişkilerini felsefe, siyaset ve romantizm boyutlarıyla düşünmemize
yardımcı olmaktadır.
Henüz
on sekiz yaşında genç bir Alman Yahudi’si olan Hannah Arendt‘in Martin
Heidegger ile olan ilişkisi 1924 yılında Magdeburg Üniversitesi felsefe
bölümünde başlamıştır. Hannah için gençlik yıllarında dünya henüz
belirsizlikler ve muammalarla dolu bir yerdir. Bu muammalardan biri de,
kafasını hep karıştıran Yahudi kimliğiydi ancak ailesinin Yahudiliğe bakışı
aşırı laikti. Arendt henüz 7 yaşındayken hem babasını hem de dedesini
kaybetmişti. Bu nedenle çocukluğundan beri kendini kayıp, kimsesiz ve korumasız
hissediyor; ancak her zaman cesur bir görünüm sergilemeye de özen gösteriyordu.
Arendt
ile tanıştığında otuz beş yaşında olan Heidegger, önceleri teolojiyle ilgi
duymuş uzun süre Cizvit manastırında kalmış ardından varlık felsefesiyle
ilgilenmişti. Henüz profesör olmuş olan Heidegger, felsefe dünyasında bomba
etkisi yaratacak “Varlık ve Zaman” adlı eseri üzerine çalışıyordu. Heidegger
ile Arendt 1924 yılından başlayarak Arendt’in yaşamını yitirdiği 1975 yılına
kadar görüşmüş hem romantik bir aşk, hem bir dostluk, hem öğrenci-öğretmen, hem
de koruyan-korunan ilişkisi kurmuşlardı.
Bu
iki büyük düşünürün izinde, iki perdelik “Aşkın Sıradanlığı” oyunu Hannah
Arendt’in Eichmann Davasını ele aldığı “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabına hem bir
gönderme niteliği taşımaktadır. Hem de 1933’ten itibaren Nazi Almanya’sının yükselişine
ve çöküşüne tanıklık ederek, felsefe ve insan ilişkilerine dair “aşk” “kötülük”
“körü körüne” lik “özne-nesne ilişkisi” “asimetrik ilişki” üzerine düşünmemizi
sağlamaktadır.
Birinci Perdeye Bakış
Oyun
Kasım 1975’te başlar. Hannah Arendt yeni kalp krizi geçirmiştir. Yorgundur,
dinlenmesi gerekmektedir. Doktorun yasaklamasına rağmen sigaradan
vazgeçememiştir. Bir taraftan İsrailli
genç öğrenciyi beklemektedir bu önemlidir çünkü röportajı İsrail’de onun
“Eichmann Kudüs'te” kitabına uygulanan boykotun kaldırılması için bir fırsat
olarak görmektedir. İsraillilerin soykırım nedeniyle suçladıkları Eichmann,
Arendt’e göre, sadece bir yarbaydı, ne yaptığını, sonuçlarının ne olacağını
fark edememişti. Arendt, Kötülüğün kaynağını bireyde değil totaliter rejimde
arıyordu. Bu görüşlerini İsraillilerle paylaşmak istiyordu.
Röportaj
öncesi tek bildiği şey ise Martin Heidegger ile ilgili konuşmak istemediğidir. “Kalbimi
sınayacak değilim” sözünün ardından Hannah 1924 yılını hatırlar, korudaki
patikaya bisikletle gitmektedir. Oyunda Kasım 1975 yılından Kasım 1924 yılına
“döner sahne” kullanılarak geçiş yapılır. Döner sahne kullanımı dramaturjik
açıdan mekânı işlevsel kılsa da sahnenin yavaş dönmesi birbirine bağlı cümleler
arasında kopukluk yaratması olumsuz bir özellik olarak yansımaktadır. Bu
geçişler esnasında yaşlı Hannah, genç Hannah ile üç kez bağlantı kurar, birinde
bir çay fincanı uzatır diğerinde bir mektup verir ve en son sahnede genç ve
yaşlı Hannah birlikte sigara içerler. Sahnelemede “pencere” önemli bir motif
olarak kullanılmıştır. Bir taraftan
dekor olarak kullanılmış diğer yandan Arendt’in dünyasından olayların nasıl
algılandığını göstermiştir. Ancak Arendt’i oynayan oyuncunun performansı
bekleneni verememekte sürekli repliklerini hatırlamaya çalıştığı görüntüsünü
vermekte bu da iletisini Arendt üzerinden kuran oyunu zayıf düşürmektedir.
Oyuna döndüğümüzde sahnede, genç Hannah’nın arkadaşı Rafael’e ait kulübeyi
öğretmeni Heidegger ziyaret edecektir. Rafael, Heidegger ile Hannah arasındaki yakınlaşmanın
farkındadır. Rafael’e göre Profesör ’un gözü Hannah’dan başkasını
görmemektedir. Kulübeye de sırf onu görmek için gelmiştir. Sadece Heidegger
değil, Rafael’de Hannah’ya ilgi duymaktadır, ona “aşkım” şeklinde hitap etmekte
ondan karşılık beklemektedir ancak bu sırada Hannah ile Heidegger’in “aşk” ı
alevlenmektedir. Heidegger’in sorularının merkezi Rafael ile Hannah’nın
ilişkisinin boyutu üzerinedir. Hannah’nın
Rafael ile “İyi arkadaşız” sözü
Heidegger’i cesaretlendirir. Bu sahnede karşımıza çıkan “çekiç imgesi” Heidegger’in
“Varlık ve Zaman” kitabında özne-nesne ilişkisini anlatmakta kullanılmaktadır.
Buna göre bir nesne olan çekiç tek başına bir işe yaramamakta anlam
kazanabilmesi için bir özneye mesela bir çiviye ihtiyaç duymaktadır. Oyunda
iki kez kullanılan “çekiç imgesi” Heidegger’in
Nazi ideolojisinin öznesine Arendt’in ise Heidegger için “aşk”ın nesnesine
dönüşmesini yankılamaktadır.
Oyunda
yeniden Kasım 1975’e dönülür. İsrailli
öğrenci Michael Ben-Shaked, Hannah ile röportaj yapmak üzere gelir. Hannah onu
tanır gibi olur, zihni karışmıştır, şüphelenmiştir. Ona Mossad ajanı olup
olmadığını sorar. Michael ona otuz yaşında olduğunu, felsefe doktorası
yaptığını söyler, kusursuz İngilizcesini de İngiltere’de lise eğitimine
borçludur. Hannah evli olup olmadığını sorduğunda bir aylık bir erkek çocuğunun
olduğunu isminin Rafi olduğunu söyler. Tahmin edileceği üzere Rafael isminin
kısaltmasıdır bu ve daha sonra babasının ismini verdiği anlaşılacaktır.
Michael, Barbara Tuchman’ın, Heidegger’in durumuyla Eichmann’ın durumunu
karşılaştırmasını dile getirir. Hannah’nın Heidegger’e olan “körü körüne”
bağlılığını sorgular. Bu sorgulamanın sadece Michael tarafından yapıldığını
söyleyemeyiz, tartışma bugün de devam etmektedir. Buna göre, Heidegger bir
Nazi’dir, kendi isteğiyle Nazilere katılmıştır, Yahudi kökeni vurgulanan Arendt
ise Heidegger ile ilişkisini sürdürmüş, onu her daim korumuştur. Buradan
bakıldığında Michael sanki bu görüşün temsilcisi gibi görünmektedir. The
Washington Post yazarı Richard Cohen bu konuda benzer görüş öne sürer: “Arendt'in
gözü Heidegger aşkı ile kör olmuştu, öyle ki onu aklamak için, onun kötülüğünü
ve yanlışlarını örtebilmek için “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını ortaya attı.”[1]
Tartışmanın
ardından oyunda sahne bir kere daha döner. Hannah yine uzaklara dalmıştır. İki
zaman dilimi arasında bağlantı burada ilk kez kurulur, Heidegger’in çay
istediği sahnede yaşlı Hannah, Kasım 1975’ten Kasım 1924’e genç Hannah’ya
aradığı fincanı pencereden uzatır. Bu sahneden itibaren Heidegger ile Hannah
arasındaki ilişki öğrenci-öğretmen ilişkisinin bir adım ötesindedir. Bundan
sonra mektuplaşmaya başlarlar. Tekrar Kasım 1975’e gelinir ve Michael ile Hannah
tartışmaya girerler. Michael’ın Heidegger ‘i Eichman gibi Nazi olarak
nitelendirmesine karşı çıkar, ona göre o dahi, parlak bir düşünürdür ve
Nazilere hizmet etmemiş ama onlar tarafından sömürülmüştür.
Ropörtaj
öncesinde 16 Kasım 1975 tarihli mektup gelir bu mektubu alan Hannah
heyecanlanır zira Heidegger’den gelmiştir. Heidegger ondan “Varlık ve Zaman”
eserinin Amerika’da yayınlanması için alıcı bulmasını istemektedir. Mektubun
sonu yıllar geçse de aynı şekilde noktalanır “Senin M.” Yaşlı Hannah yine aynı
şekilde sonlanan 14 Şubat 1925 tarihli mektubun geldiği zamanı hatırlar.
Rafael, Hamursuz Bayramı için yola çıkacaktır. Hannah ise Martin ile buluşacaktır,
üzerine çok şık bir kıyafet giymiştir ve tavşan pişirmektedir. Tavşan, Yahudi
inancına göre koşer değildir yani yenilmesi yasaktır. Bu buluşmada Hannah ilk
defa sigara tüttürecektir. Sigara kullanımı Arendt’in bu alışkanlığının ne
zaman başladığı üzerine bize bir fikir verse de burada “duman” metaforunun beyazlık/siyahlık,
kötülük/iyilik, varlık/hiçlik gibi kavramlar üzerinde durmaya imkân sağladığını
görmekteyiz. Oyun metninin sahneye aktarılması sırasında “Varlık ve Zaman” ile
“Kötülüğün Sıradanlığı” kitaplarından faydalanılmadığı bu nedenle sahnelemede
çeşitli fırsatların kaçırıldığı görülmektedir. “Eller” imgesi de burada ilk kez
kullanılacaktır “Varlık ve Zaman”
kitabına göre eller hem bütünün parçası olan bir araçtır hem de bütünün temsilcisidir.
O nedenle “eller” kişi hakkında önemli bir veri sayılmaktadır.
Yine
1975’e dönülür röportaj başlamak üzeredir. Arendt kendisinin “seçkin filozof”
yerine “siyaset teorisyeni” şeklinde tanıtılmasını ister oysa başlarda
felsefeyle siyasetin ayrı şeyler olduğunu düşünmüştür ancak gelinen noktada
siyasetin etkisini kabul etmiş görülür. İsraillilere hitap eden Arendt,
İsrail’in ebediyen tehdit altında olacağını kazanacakları her zaferin
kendilerini yalnızlaştıracağını söyler. Ona göre İsrail’in en büyük amacı
güvenliği sağlamak olacağından Yahudi kültürünü geliştirmek ikinci plana
itilecektir. Arendt yorulduğunda duvardaki bir fotoğrafa gözü ilişir.
Fotoğraftakiler: Hannah, Rafael ve Heidegger. 1924’te Korudaki Kulübeyi
hatırlar. Hannah ile Heidegger ilk defa tartışmaktadırlar Hannah ilişkinin
gizliliğini sorgulamaktadır. İki zaman dilimi arasında bir diğer bağlantı
yaşanır yaşlı Hannah genç Hannah’ya mektup uzatır. Heidegger, Alman
Üniversitelerinde reform planı üzerinde çalışmaktadır bu nedenle ofisine gelen
Hannah ile ilgilenememiştir. Burada ilk defa Heidegger’in Yahudilere bakışı
konusunda bir tartışma geçer. Rafael bir Yahudi’dir ve Heidegger onun hakkında
konuşurken aslında Yiddish yani Alman Yahudilerini belirten ifadeyi “yid”
şeklinde kullanır. Hannah bu ifadeyi bir aşağılama kelimesi olarak algılar.
Burada Heidegger hakkında Naziler iktidara gelmeden önce de anti-semitizme
eğilimliydi şeklindeki iddiaları hatırlatmada yarar vardır. Heidegger’in
Nazilerle ilişkisi konusunda öğrencileri her zaman onun eşi Elfriede’yi
suçlarken, Heidegger’in Nazizm’e bağlılığını reddetmişlerdir.
1975
yılına tekrar dönüldüğünde duvardaki fotoğraf hakkında konuşulmaktadır. Ve söz
Rafael’e gelir burası düğüm noktasıdır. Hannah onun savaştan önce öldüğünü
bilmektedir ancak Descartes üzerine başlayan tartışma sonucu Hannah, Michael’in
bilgi eksikliğini anlar. Çünkü Kartezyen ile Descartesyen’i karıştırmıştır.
Onun kim olduğu hakkında yeniden şüphelenmeye başlar. Michael çaresiz gerçek
kimliğini açıklamak zorunda kalır. Rafael’in oğludur.
Birinci
perdede sonunda Arendt, Heidegger ile ilişkilerini tanımlamak için “asimetrik”
kelimesini kullanır. Buna göre asimetrik ilişki bir bağımlılık yaratmaktadır.
Bağlanan kişi yani Hannah, bağlanılan kişi yani Heidegger’in hatalarını
kolaylıkla sindiren, sineye çeken, yaşamının alt-üst olmasına aldırmayan hatta
bazen farkında olmayan kişi durumuna düşmektedir. Bağımlılık genelde tek
taraflı gibi görünse de Hannah’nın ruhsal doyum, tensel doyum sağladığı söylenilebilir.
İkinci Perdeye Bakış
İkinci
Perde, Haziran 1929’da açılır. Hannah ile Heidegger korudaki kulübede
sevişmektedirler. Hannah aynı ay doktorasını tamamlar ve Heidegger’e ithaf
eder. Nazilerin yükseliş dönemi başlamıştır ve Heidegger bunu heyecanla
karşılamaktadır. Onların Yahudi karşıtlığını seçim taktiği olarak görmektedir.
Hannah’nın korkusunun yersiz olduğunu söyler ancak Hannah, Almanya’yı terk
edecektir. Artık aralarında korkunç bir uçurum vardır. Hannah, Heidegger’in bir
diğer öğrencisi Günther Stern ile evlenmeye karar verir. Bu durum Rafael’i
sarsar yıllarca aşkına karşılık beklemiş ancak Hannah’dan karşılık
görememiştir. Hannah’nın ona durumunu açıklamasına izin vermeden bavulunu
toplar ve gider. Burada karşımıza “bavul imgesi” çıkmaktadır. Bavul, sürekli
göçebelikle, sürgünle geçen hayatları hatırlatır. Hem sürekli göç etme
durumunda kalan dünyanın dört bir yanına yayılan Yahudiler için hem de Yahudi
asıllı bir alman olan Rafael için hayal kırıklıklarını, umutsuzluk ve
çaresizliklerini hatırlatır. Oyundaki natüralist sahneleme anlayışı “çekiç” imgesinde olduğu gibi “bavul”
imgesini de gözümüzden kaçırır çünkü sahnede zaten çok fazla ayrıntı vardır bu
seyircinin imgeler üstünde düşünmesini zorlaştırmaktadır.
Yeniden
1975 yılı Hannah, Michael’ın Rafael’in oğlu olduğunu öğrenmiştir. Rafael, üç ay
önce ölmüştür. Michael, babasına en son 1929’da gördüğümüz bavulu getirir ve Hannah’ya
gösterir. Hannah, Siyonist kongre için malzeme toplamaya çalışırken
tutuklanmış, evi aranmış Rafael’den gelen mektuplara ulaşan Gestapo, Hannah
aracılığıyla Rafael’e ulaşmış ona işkence yapmış ve Rafael çaresiz Almanya’dan
kaçmak zorunda kalmıştır. Hannah, Rafael’e yazdığı ancak veremediği mektubu
Michael’a okutur. Böylece kardeşi olarak gördüğü Rafael’e yanlış bir şey
yapmadığını kanıtlamak istemektedir.
Michael
ile Hannah tartışmaya başlarlar, Michael Alman Yahudilerinin Almanya tutkusunu
eleştirir. İsrail’e göç eden alman Yahudileri, alman kültürünü korumaya devam
etmektedirler. İsrail’de bu kişilerle alay edildiğini vurgulanmaktadır. İsrailliler
alman kültürü ve Nazi kâbusu arasında ayrım yapmakta zorlanmakta soykırım sırasında
Yahudilerin yaşadıkları acı olayların sorumluluğu Alman halkına ve kültürüne
yüklenmektedir. Sonraki sahnede Hannah korkuyla 28 Şubat 1933 gününü
hatırlamaktadır. Heidegger, sahnede meşhur “rektörlük konuşması” nı
yapmaktadır.
Rafael’in
doktorası gecikmiştir ve Hannah mektupta bunun sorumlusunu Heidegger’e sorar.
Ancak cevap alamaz. Nazilerin etkisi daha da artmıştır. Aynı yıl Hitler
iktidara gelir.
Savaş
sonrası 1950 de Hannah ve Heidegger kulübede yeniden buluşurlar. Heidegger
61,Hannah ise 44 yaşındadır. Heidegger ders vermeyeli 5 yıl olmuştur, Nazilerle
işbirliği yapmasını Yahudi profesörleri üniversiteden kovmasını Rektör olarak
yasalara uymak zorundaydım, şeklinde cevaplar, tıpkı Eichmann’ın yasalara uymak
zorundaydım dediği gibi. Heidegger bu konuşmada Nasyonal Sosyalizmin Naziler
tarafından iç hakikati ve yüceliğinin yok edildiğini savunmaktadır. Vicdanının
temiz olduğunu söyler. Çünkü o kullanılmıştır. Özür dilemeyi reddeder. Hitlerin
öncelikle özür dilemesi gereken kişi olduğunu vurgular. Oyundaki zamanlar arası
bağlantı son sahnede bir kez daha yaşanır, genç Hannah sigarayla belirir ve
yaşlı Hannah’ya yaklaşır. Sigara paketini uzatıp, yakar. Yaşlı Hannah tutkuyla
bir nefes çeker omuz omuza birlikte içerler. Oyun böylece sona erer.
KAYNAKÇA
LİEBRECHT, Savyon (2009), The Banality of Love,
(Çev: Tarık Günersel)
ARENDT,
Hannah (2010), Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge Çelik),
Metis Yayınları: İstanbul.
ERDEM, Haluk (2010), Hannah Arendt’in Eichmann Üzerine
Düşünceleri, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9 (2010 Bahar)
COHEN, Richard (2010),
The Banality of Love, The Washington Post
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2010/05/10/AR2010051003693.html
ASA, Rubi (2011), Sanatın Güncesi Aşkta ve
savaşta: Felsefe, http://www.salom.com.tr/news/detail/21436-Askta-ve-savasta-Felsefe.aspx
ROCKMORE, Tom (2011)
Heidegger’in Nazizmi, Kant ve Dasein Üzerine Tom Rockmore (Çeviri: Metin Bal)
Hazırlayan: Okan Bozlağan
[1]
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2010/05/10/AR2010051003693.html
Richard Cohen, The banality of love, The Washington Post(çeviri: Serdar
Başçetin’e aittir)
Gyula Hay’ın “At” Oyunu üzerine
Giriş Yerine
Devlet
Tiyatrolarında bu yıl gösterime giren 46 yeni oyun arasında yer alan Macar
asıllı yazar Gyula Hay’ın, “At” oyunu 1960’ta, İkinci Dünya Savaşı’nın
ardından şiddetlenmeye başlayan Soğuk Savaş yıllarında yazılmıştır. 1945
yılında savaşı kaybedeceğini anlayınca intihar eden Hitler’den kurtulan Avrupa,
yeni bir totaliter rejimle karşı karşıyadır. Sovyetler Birliğinde Stalin’in
Doğu Bloğu ülkelerinde uygulamış olduğu baskıcı ve totaliter yönetim ile Hitler’in
uygulamaları temelde aynıdır.
1933'te Hitler'in başa geçmesi ile Almanya'yı terk etmek zorunda kalan Gyula
Hay, 1956'da Sovyetlerin tanklarına karşı direnişçilerle birlikte olmuş, tutuklanarak
hapse atılmış ve 6 yılın ardından hapisten çıktığında İsviçre’de yaşamaya
başlamıştır.
İki perdeden oluşan oyun, ilk bakışta Roma
dönemi iktidar ilişkilerini gösteren bir oyunmuş gibi görünse de, Hay’ın oyunu yazarken
asıl amacının Soğuk Savaş yıllarındaki Stalin başta olmak üzere totaliter
iktidarları eleştirmek olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, oyunda iki farklı toplumsal
tabakanın eylemleri şekillendirdiği bir yapı mevcuttur. Bir yandan imparator, konsül,
senatörler, başkomutan olmak üzere yönetici sınıf diğer yanda farklı ekonomik
statülere sahip halk kesimi oyunun kurgusunu şekillendirmektedir. Kendini
tanrısallaştıran, Caligula’nın önderliğindeki yönetici sınıf, kumar yoluyla devleti
yönetecek kararları rastgeleliğe bağlarken, halkın bunu körü körüne
kabullenmesi, yalnızca paranın önem kazandığı bir düzende tutunmaya çalışmaları
belirleyici etkenlerdir.
Gyula Hay’ın “At” oyunu Hakan Boyav’ın rejisiyle totaliter
rejimlerde güç ve iktidar ilişkilerini ele alırken, halkın tutumu özellikle son
dönemde yaşanan “Arap Baharı” tartışmaları etrafında düşünmemize yardımcı
olmaktadır.
Devlet Tiyatrolarındaki
Sahneleme Üzerine
Devlet Tiyatrolarındaki gösterimde bizi İmparatorun
sadık hizmetkârı ve Roma muhafız kuvvetleri komutanı Macro karşılamaktadır,
Caligula metinde olmayan ama Macro tarafından kullanılan “dünyanın gelmiş
geçmiş en baskıcı, en çılgın tiranı, lakabı küçük çizme” sözleriyle tanıtılmış
ve olayların MS.38 yılında geçtiği vurgulanmıştır. Oyun başlamadan önce sahne
Resim.1’deki gibidir. Dekorun üst kısmı merdivenlerle çıkılan ve biri İmparator
Caligula’ya diğeri ise Macro’nun eşi ve Caligula’nın gözdesi Lollia’ya ait iki tahtın bulunduğu
imparatorluk sarayını temsil etmektedir. Dekor bu haliyle iki farklı mekânı
vurgulamaktadır. Oyun sahnenin ön tarafında kurulan masa, tabure, içki
şişelerinin bulunduğu meyhane sahnesiyle başlar. Oyuncular Romalı kostümleriyle
karşımıza çıkarlar, İmparator Caligula ise birkaç farklı kostümle oyun boyunca gözükmektedir.
Zar oyununda her şeyini kaybeden Selanus son bir
kez şansını denemeye karar verir ve çok sevdiği atı İncitatus’un üzerine bahis
açar. Herkesin dalga geçtiği ve sucuk yapılmasını tavsiye ettiği at
Incitatus, kişneme sesiyle birlikte “arzu nesnesi” haline dönüşür. Oyun boyunca
sadece kişneme ve toynak sesi duyulan Incitatus’un yalnızca bir simge olduğu
görülmektedir. Dikkatli bir bakış arzulanan nesnenin aslında Incitatus değil
otoriter güç olduğunu ortaya koymaktadır. Kendini tanrısallaştıran ve ülkedeki
her canlı üzerinde takdir hakkı bulunan İmparator Caligula, halkın ve
bürokrasinin de onu istediğini gördükten sonra zar oyunuyla sahip olamadığı
Incitatus’u konsül atayarak kendinin en tepesinde yer aldığı bürokratik
hiyerarşiye dâhil etmiştir. Böylece doğrudan olmasa da dolaylı olarak atın
sahibi olmuştur.
Daha önceki tüm oyunları kazanan sakallı adam,
oynamaktan vazgeçen Selanus'u yeniden oyuna katmak için meyhanedeki
herkesi değerli eşyalarını ortaya koymaya zorlar. Selanus ise tek şart olarak
Sakallıdan sakalını çıkarmasını, Bıyıklıdan da bıyığını çıkarmasını
ister. Oyunu Selanus kazanır. Sakalını çıkaranın İmparator Caligula,
bıyığını çıkaranın da Muhafız Kuvvetleri Komutanı Macro olduğu
anlaşılır. Selanus, İmparatoru zar oyununda yenmiştir, tedirgindir
babasının yakın dostu olan Egnatius'a sığınır. Egnatius, Selanus’u korurken,
İmparator’un dışladığı mantıksal ve bilimsel hareket ederek, sistemde var
olmaya çalışmaktadır. Selanus ile ilk karşılaşma sahnesinde masanın üzerinde
bulunan deniz kabuğunu eline alır ve “Çok yaşa, İmparator Caligula” sözlerinin
ardından dinlenildiklerini belirten bir işaret yaptıktan sonra deniz kabuğunu
kırar. Bu sahnenin günümüzün “telekulak” tartışmalarına gönderme olarak
düşünüldüğü ve sahnelemeye eklendiği anlaşılmaktadır. Bu sahnenin de gösterdiği
gibi oyun temelde eleştirel ve muhalif bir yapıda kurgulandığı görülmektedir.
Oyundaki zar sahneleri, aksiyonun akışında
belirleyicidir; İmparatorun oyun düzenleyerek kararları rasgeleliğe bırakması
kendisini Tanrılarla özdeşleştirmesinin bir tezahürü olarak gözükmektedir.
Caligula’nın Tanrılar nasıl güçlerini kullanarak insanları cezalandırıyorsa, o
da gücünü halkı üzerinde kullanarak kendini Tanrıların yerine koymuş onlar gibi
rastlantısal davranmış böylece mantıksal ve bilimsel hareket etmeyi
dışlamıştır. Bu bağlamda, Caligula’nın tanrısallık iddiasının ölüm korkusundan
kaynaklandığı düşünülebilir. Ölüm, yaşamın temel dinamiği olmakla beraber
insanoğlunun da değişmeyen tek alınyazısıdır. Caligula’nın temelde kabul
edemediği bir şeyde budur. Sahneleme temelde Caligula karakteri üzerine
kurulmuş, grotesk üslup tekinsizlik, abartma ve karikatürleştirme, oyunsuluk duygusu yaratarak
Caligula’yı canlandıran oyuncu Tolga Evren’e geniş hareket alanı sağlamış imparatorun
zaaflarını ve çelişkileri başarıyla vurgulanmıştır. Buna göre
Tanrısal-İmparator Caligula iki şeyden korkar gibi gözükmektedir: Birincisi,
Caligula’nın sağ kolu Macro’nun karısı ve saray kadınları içindeki gözdesi olan
Loila, ikincisi ise kumarda kaybetmektir. Loila metinde iktidar hırsları
yüzünden sürekli planlar yapan, taktikçi ve çıkarları uğruna her yolu
deneyebilecek bir tip olarak çizilmiştir. Sahnelemede elinde bülbül sesi
çıkartan bir aletle İmparatoru etkilemeye onu yönlendirmeye Caligula’yı,
Egnatius’u öldürüp bülbül bahçesini kendine vermesi için baştan çıkarmaya
çalışmaktadır. Loila bu haliyle bilimsel ve mantıksal hareket eden Egnatius’un
tam karşısına konumlandırılır, kişisel hırslarının peşinden gitmektedir. Kumar
sahnelerinde İmparatorun yenilmesi ise Roma’ya yeni gelen Selanus’un
parlamasına yok açar. Bu yeni bir çatışma unsuru ortaya çıkarır: İmparator
Caligula ve Selanus çatışması. Bu çatışmaya geçmeden önce Caligula’nın hangi
tür örgütlenmeyle iktidarını kurduğunu bilmekte fayda vardır.
İlk sahneden itibaren Caligula işaret verince
düğmeye basan Macro gibi yardımcılarının bulunduğu bir sivil-askeri bürokratik
sistemin varlığı belirmektedir. Resim.2 de görüleceği gibi konsüllerin,
askerlerin ve senatörlerin oluşturduğu bürokrasi, halk nezdinde imparatorun
meşruiyetini, maddi ayrıcalıklarını korumakta kendi içinde ise daha yüksek bir
mevki kapmak için yarışmaktadırlar, sistem böyle olunca halk umutsuzca yerinde
dururken her defasında piramidin tepesine bir imparator binmektedir. Bu
umutsuzluk ortamı içerisinde taşradan gelen Selanus’un İmparatoru yenilgiye
uğratıp, bankacının kızı Amenea ile evlenmek istemesi ardından İncitatus’un
konsül olmasıyla birlikte ahırcıbaşı yapılması önemli görünmektedir. Selanus,
Roma’daki değer yargılarıyla ve Caligula’nın başını çektiği iktidarla bir
çatışma yaşar. Ancak bu çatışma sitemi değiştirmek üzerine değil, sistemde var
olmak yani bir Romalı olmak üzerinedir. Bu açıdan bakıldığında, Caligula-Selanus
çatışması oyunda önemli bir unsur olarak görünmektedir. Ameana’nın koynuna
girebilmek için İncitatus kılığına giren imparatorun dövülme sahnesinde Selanus
aksiyonun başlatıcısıdır. Selanus oyunun sonunda Caligula tarafından cezaya çarptırılmak üzereyken,
Caligula son bir zar oyunuyla Selanus’tan rövanşını almak ister. Eğer kumarı
Selanus kazanırsa Ameana onun olacak ve istediği bir başka dileği de kabul
edilecektir. Selanus Caligula’yı kumarda yener ve Ameana ile evlilik hakkını
elde ettikten sonra taşrada at yetiştiricisi olmayı ister. Oyun başında Roma’da
kalmak isteyen ve bunu başaran Selanus’un Ameana’yı elde ettikten sonra ücra
bir köşeye gitmek ve Ameana ile bir dünya kurmak istediğini görülmektedir.
Selanus’un Caligula önderliğindeki iktidarla çatışmasının çok sevdiği atı
Incitatus’u kaybetmesine rağmen Ameana’yı elde ettikten sonra, ortadan kalktığı
görülmektedir.
Egnatius, oyunda Caligula’nın güvenini
kazanmasıyla dikkat çekmektedir. Caligula’nın savaşlar ve isyanlar nedeniyle
boşalan hazinesini kurtarma yolunda çözümler arar. Lollia da bu
konuda İmparatora akıl vermeye çalışmaktadır. Lollia, Caligula'ya söz geçiren
tek kişidir, onu etkiler. Lollia ile Egnatius arasında bir çatışma
görülmektedir. Egnatius, Selanus'la beraber Caligula'yı görmeye gider.
Caligula, Egnatius'tan hazineyi kurtarması için yardım ister. Bu sırada
senatörler Egnatius aleyhinde Caligula'ya konuşurlar. Birbirlerini de
karalarlar bu arada. Caligula bunlardan etkilenerek Egnatius'u konsüllük
görevinden alır. Egnatius, Caligula'dan son bir şey ister. Bu da yeni bir at
yarışı düzenlemesi ve bu yarışta maviye oy vermesidir. Böylece şimdiye kadar
Caligula yeşile oynadığı için yeşile oynayan halkın tüm parası da
alınabilecektir. Caligula kabul eder. Yarışı Incitatus kazanır ve herkesin yeni
idolü olur. Ameana maviye oynadığı için kazanmıştır. Herkes yoksullaşır birden.
Selanus'un konsül olması beklenirken, konsüllüğe halkın yeni gözdesi İncitatus
getirilir. Artık tüm gençler at gibi davranmaya başlar. Selanus ahırcıbaşı,
Egnatius da yem başuzmanı olur.
Selanus’un Roma’ya gelmesi ile başlayan hikâye,
İncitatus’un konsül olması ile gelişir. Bir atın konsül yapılması gerçekte
Senatörlere verilmiş bir gözdağıdır. İmparatorun mutlak otoritesini
göstermektedir. İncitatus’un Senatörler tarafından öldürülmesinin ardından ise Caligula’nın
düzeni eski haline getirmesi için Egnatius’u yeniden konsül yapar. Onun
mevkisine göz diken Senatörlerin hevesleri boşa çıkmıştır. Lollia ise Caligula’nın
kararlarını destekliyormuş gibi görünmektedir. Üç saate yaklaşan süresiyle
Oyun, Selanus ve Ameana’nın Roma’yı terk edecek olmaları ile son bulur. Oyun
süresi fazlaca uzun olduğu ve diyalogların şişirildiği anlaşılmaktadır. Bu
oyunun totaliter rejimleri eleştiren temel iletisini zayıflatabileceği
endişesini gündeme getirmektedir. Ancak İncitatus kılığındaki Caligula’nın halk
tarafından dövülmesinin ardından, seyirciyle diyaloga girerek, kendisinin
yerinde kim olsa aynı şeyleri yapacağı kendisinin tek suçlu olmadığını
söylemesi oyunun totaliter rejimleri eleştiren temel iletisini yeniden
canlandırır. Caligula’ya göre kendisi bu düzen içerisinde özne gibi görünmekle
birlikte aslında bir nesnedir ve temelde bu düzen halkın isteğiyle devam
etmektedir yani öznesi halktır. Buna göre düzeni değiştirecek olan da halktır.
Oyunun güncel tarafına bakıldığında son dönemde “Arap Baharı” olarak
adlandırılan gelişmeler göstermiştir ki, halk gerçekten ister kendi içindeki
çatışmaları ve düzenin ideolojik aygıtlarının yarattığı yapay gündemlerden
kurtulursa, değişim için harekete geçmekte ve gerektiğinde en acımasız
totaliter rejimler bile değiştirilebilmektedir.
KAYNAKÇA
Julius (Gyula) Hay, At, Kabalcı
Yayınevi Çeviren: Özdemir Nutku Yayın Yılı: 1991
BÜO Yıllık, At Dramaturji Notları, Duygu Dalyanoğlu & Merve Han
Dilek TÜRK, AÇIKÇA 2003, Oyun İncelemeleri, At
1 Temmuz 2012 Pazar
Kriz
ve Değişim
19.yy’da
artık Çin’in dünyadaki gelişmelere “yarı izole” durumuyla cevap vermesi
beklenemezdi. 1750 yılından itibaren Sanayi Devrimi, özellikle Batı Avrupa’da
etkisini göstermeye başlamıştı. Üstelik Avrupalıların 16.yy’dan sonra giderek
artan sömürgecilik faaliyetleri teknolojik gelişmelerin desteğiyle hızlanmıştı.
Çin ise 300 milyonu aşkın kalabalık nüfusuyla Avrupalılar için hem büyük bir
pazar hem de geniş, kaynakları bol bir coğrafya demekti. Avrupalıların ilgisini
çeken Çin, onları “barbar” olarak kabul ediyor, onlarla sınırlı ve kontrollü
bir ilişki kurmayı yeğliyordu. Ancak Çin’in bu tek merkezli bakış açısı 19.yy’da
ülkenin içerde yaşadığı krizler ve dışardan gelen değişim baskılarıyla
sarsılarak, gücünü yitirmesine ve “yarı-sömürge” durumuna düşmesine engel
olamamıştı.
Peki,
Çin’i “barbar” olarak tanımladığı Avrupalı devletler karşısında zayıf düşüren
neydi?
Öncelikle
nüfus, Çin’in nüfusu çok hızlı artıyordu. 1500 ile 1650 yılları arası dönemde
sadece 20 milyon artan nüfus 123 milyondu, ancak 1650 yılından 1750 yılına
kadar olan süreçte 137 milyon artarak, 260 milyona çıktı.[1] Bu
önemli bir “kriz” nedeniydi. Toprak ihtiyacı karşılamıyor, daha az verimli
alanların tarıma açılması da sorunu çözmüyordu, çoğunluğu köylerde yaşayan ve
tarımla geçinen halk, sürekli açlık tehlikesi altındaydı çünkü nüfusun
artmasına rağmen tarımsal üretim teknikleri, yüzyıllar boyunca değişmemişti. Bu
dönemde Çin nüfusuyla koca bir deve benzese de bürokrasisi tam bir cüceydi,
sorunlara çözüm bulamıyor, bayındırlık işlerini aksatıyor, su baskınları ve
diğer felaketler karşısında çaresiz kalıyordu. Üstelik yolsuzluk sistemde
aşağıdan yukarıya rutin bir uygulama olarak belirmişti, İmparator Çianlong’un
yakın adamı Hışen bunun bir örneğiydi, tutuklanıp intihar etmesi
emredildiğinde, göz kamaştıran bir servete sahipti. Tüm bunlar düşünüldüğünde
halkın artık yönetimden hoşnut olması beklenemezdi, ülkeyi yüzlerce yıldır
yöneten Mançu hanedanına karşı tepki artarken, durgun gözüken bir dönemin ardından
Beyaz Lotus İsyanı ile başlayan ayaklanmalar dizisi patlak verdi.
Bu
ayaklanmalar merkezi hükümet ile çevre unsurlar arasında sıkıntıları
gösterirken, ayaklanmalara köylüler başta olmak üzere toplumun birçok
kesiminden katılım gerçekleşiyordu. İmparator ayaklanmaları bastırmak için
yerel beylere güveniyor ve uzun, kanlı süreçlerden sonra başarı sağlanırken,
ülkenin kaynakları da cömertçe harcanıyordu. Bu yüzyıldaki ayaklanmalar
arasında belki de en dikkat çekeni Taiping ayaklanmasıydı. Hong Şiuçuan
önderliğinde başlayan ayaklanma, hızlıca yayıldı zaten koşullar o kadar
müsaitti ki, güçlü bir liderlik ve iddia, kıvılcımı koca bir yangına
dönüştürmeye yetiyordu. Hong Şiuçuan memuriyet sınavlarında başarısız olmuş,
defalarca girip başarılı olamadığı sınavlar için yalnız kendisini değil, düzeni
de sorumlu tutmuştu. Hıristiyanlık hakkında öğrendiklerini Çin kültürü ve
vatanseverliğiyle birleştirdi. Kendisini İsa’nın küçük kardeşi ilan etti ve
yoksul düşmüş, çaresiz halkı yeni bir düzen umuduyla etkilemeyi başardı. Onun
fikirleri bugün bile ilgi çekicidir; özel mülkiyeti kaldırıyor, kadınların
konumunu tartışmaya açıyor, tütünü, alkolü, afyonu yasaklıyordu. 1850’de çıkan
ayaklanma geniş destek bulmuştu ve 14 yıl boyunca sürdü, ülkenin güney ve
doğusunu ele geçiren isyancıların, atlı birlik eksikliği ülkenin kuzeyinde etki
kurmalarını engelledi ama kuzeyde de Nien köylüleri ayaklanmıştı. Ülkenin
neredeyse her tarafı isyan dalgasıyla sarsılıyordu. Buna daha sonra Müslümanlar
da katılacaktı. Üstelik bu kriz dönemini dışardan gelen etkiler de
ağırlaştırıyordu. İngiltere’ye ödenmesi gereken haraç, ülkeye çoğunlukla kaçak
sokulan afyonun tüketiminin artması, dışarıya gümüş çıkışı, geleneksel ihraç
pazarlarının Avrupa ve ABD menşeili ürünlere kaptırılması içerde zaten bozuk
olan ekonomik durumu alt-üst etti, vergileri ağırlaştırdı ve işsizliği
artırdı. İmparator, 20 milyon kişinin
öldüğü Taiping ayaklanmasını dış güçlerden yardım alarak bastırabilmişti. İngiltere
ve Fransa’dan yardım alan Çin, artık
dışarıyla kurduğu ve uzun süredir koruduğu tek merkezli, ilişkiyi sürdüremezdi.
Afyon Savaşları öncesi kendisini merkeze alarak dünyaya bakan Çin’in aldığı
ağır yenilgiler “barbar” dediği uluslar karşısında diz çökmesine neden olurken
her seferinde daha fazla taviz vermeye zorlandı. Bunun sonucunda Han
milliyetçiliği yükseldi çünkü ülkenin diz çöktürülmesi zor kullanılarak, kanlı
bir süreçle sağlanmıştı. Üstelik durum kötüye giderken ülkenin başında
“yabancı” bir hanedan bulunması tüm suçlamaları Mançular üzerinde yoğunlaştırıyordu.
Batılılar ise bir yandan Mançu hanedanını ticaret bariyerini kaldırması için
savaşla tehdit ederken, diğer yandan daha fazla taviz koparmak için Hıristiyan
öğretilerden esinlenen Taiping ayaklanmasının bastırılmasına destek
verdiler. Mançular, hâkimiyetlerine
meydan okuyan içerdeki isyancılar ile ülkenin geniş pazarı ve zengin hammadde
kaynaklarına göz diken Batılılar arasında denge kurmaya çalışıyordu.20.yy’ın
başlarında milliyetçi dalgayla hâkimiyetleri son bulduğunda 19.yy boyunca
hırpalanmış “yarı-sömürge” durumuna düşmüş bir Çin bıraktılar. 19.yy’ı art arda
krizler ve değişim yönünde zorlamalarla geçiren Çin, Batı-dışı toplumlarda
yaşanan gecikmiş modernleşmenin sancılarını yaşadı. Bu süreçte toprak
kayıplarına uğramasına rağmen bölünmeden kalmayı başarması dikkat çekicidir.
Sonuçta,
19.yy dünyası Batı hâkimiyeti ile sonuçlanan ve onun tek merkezli bakışını
Batı-dışı toplumlara dayattığı bir dünyaydı. Batı-dışı toplumlar birbirlerine
benzer süreçlerden geçtiler, Çin’inde Batı’da yaşanan gelişmelerden etkilenmemesi
imkânsızdı. Çin bu uzun ve zahmetli değişim sürecinden geçerek bugün dünyanın
en güçlü devletlerinden biri halinde geldi.
Historical
population
§
1500: 103,000,000
§
1650: 123,000,000
§
1750: 260,000,000
§
1850: 412,000,000
21.yy Batı/Doğu ve İlerleme Üzerine
Günümüzde dünyanın küresel ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı Batı medeniyetinin 16.yy’dan sonra dünya üzerinde kurduğu hâkimiyetin sonuna gelindiği tartışılmaktadır. ABD’de önce Charles Kupchan sonra Zbigniew Brzezinski ve en son olarak Robert Kagan gibi stratejistler son kitaplarında özelde ABD’nin ama genelde Batı’nın dünya üzerindeki hâkimiyetini kaybetmek üzere olduğunu kabul etmekle birlikte gelecek için Asya’nın merkezde olduğu bir dünya öngörmektedirler. İçinde bulunduğumuz bu geçiş döneminde Batı’nın gücünü kaybettiği bir dünya şekillenmekteyken özellikle Rönesans ve Reform ile başlayan Sanayi devrimi sonucunda gelişen doğayı, insanı tanımak ve kontrol etmek böylece insanı merkeze koyarken doğayı ikinci plana atmak hatta onu yok etme seviyesine getirilen bir süreç yaşanmaktadır. Öyle ki “gelişme” “kalkınma” “ilerleme” gibi kelimelerle ismi en çok telaffuz edilen ülkeler, gelişmektedir ama dünyanın en kirli şehirlerine sahiptirler, kalkınmaktadır ama dünyanın en kirli havası bu ülkelerde bulunmaktadır, ilerlemektedirler ama bu ülkelerde su kirliliği insan hayatını tehdit eder boyutlara ulaşmaktadır. Bu “gelişme” “kalkınma” “ilerleme” tutkusu temelde insan-doğa ilişkisinin tezatlarını içerirken, ülkelerin insan refahını hiçe sayan çevresel, iklimsel, sosyo-ekonomik, tarımsal, demografik tehditlere karşı işbirliği yaparak küresel bir cevap verme olanağını da ortadan kaldırmaktadır. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerden özellikle de Çin ve Hindistan gibi kalabalık nüfuslu ülkelerin incelenmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin dış politikası, iç gündemi, askeri ve teknolojik yapılanması dikkatle takip edilmelidir. Önümüzdeki yazılarda bunlar üzerinde duracağım.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)