11 Ocak 2013 Cuma

ABD Sonrası Kargaşaya Hazırlık: Güney Kore'nin Yeni Stratejik Tercihi


20.yy önemli siyasi gelişmelere sahne olurken Amerikan gücü ve etkinliği özellikle Soğuk Savaş sonrası dünya genelinde hakimiyetini ispatlamıştı. Öyle ki ABD, Roma'dan beri gelen en güçlü devlet ve diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında askeri,ekonomik ve siyasi gücü bakımından bu ülkelerin toplamından daha üstün kabul ediliyordu. Ancak bugün ABD'nin askeri gücü ve silah sanayi etkinliğini korurken ekonomik ve siyasi gücü gerilemekte bu da Amerikan gücünü uzun süre yüksek büyüme hızını korumuş, askeri yatırımlarını artırmış, Şangay İşbirliği Teşkilatıyla siyasi gücü giderek gelişmiş zamanla bir deve dönüşen Çin karşısında zayıflayan bir pozisyona geriletmektedir. 
Amerikan sistemi sık sık Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında kayıkçı kavgasına neden olan ulusal borçlar başta olmak üzere bozuk finansal sistem, artan sosyal eşitsizlik, bozulan altyapı, halkın özellikle Michael Moore ve Jay Leno programlarında tanık olduğumuz cehaleti, lobilerin etki alanına fazlasıyla açık siyasi mekanizması ile giderek zayıflamaktadır. İşte Amerikan gücü gerilerken bazı ülkelerin dünya üzerindeki konumlarını yeniden tanımlamaya bunu tanımlarken de yeni müttefikler bulmaya çalışmaları doğal bir sonuç olacaktır. Bu ülkelerden biri de Güney Kore'dir. Kuzeydoğu Asya'nın stratejik anahtarı sayılabilecek bir konumda bulunan Kore yarımadası Uzakdoğu güç dengeleri açısından hayati önemde bulunmaktadır. Tarih boyunca Japonlar güçlü oldukları zaman Asya kıtasına bir basamak tahtası olarak ilk bu bölgeyi kullandılar bu durumun tam tersi olarak tarih boyunca Japonya için tehdit de Kore yarımadasından gelmekteydi. Yani Kore, Asya'nın iki tarafında kurulu tahteravallinin denge noktası sayılmaktaydı. Kore Savaşı da bu denge noktasının paylaşılması temelinde gelişirken halihazırda taraflar arasında ateşkes anlaşması bulunmadığından savaş durumu devam etmektedir. Günümüzde Batı dünyasına entegre, gelişmiş sanayisi dünyaca ünlü markaları olan bir refah devleti konumundaki Güney Kore, 1953 yılında ABD ile yaptığı savunma anlaşmasıyla Çin ve Sovyet desteğindeki Kuzey Kore'ye karşı Amerikan şemsiyesinin altına girmiş ve yıllar geçtikçe Kuzey Kore'den gelen kışkırtmalara karşı ki bunlardan en barizi 2010 yılında Cheonan adlı savaş gemisinin batırılması ve 46 askerinin ölümüyle sonuçlanmıştır, Güney Kore her defasında ABD'ye güvenmiş ve onun desteğinin devam ettiğini vurgulamaya çalışmıştır. Kuzey Kore'nin nükleer silah yapma kapasitesi, elindeki balistik füzeler ve en son 12 Aralık'ta uzaya fırlattığı roketin menzilinin Güney Korelilerin iddiasına göre 10 bin km'yi geçmesi ki bu ABD başta olmak üzere onun üsleri ve müttefiklerinin bulunduğu geniş bir alana füze saldırısı yapabilecek potansiyele sahip olmak demek, bu ciddi bir gözdağı sayılabilmektedir. Kuzey Kore'nin teknolojik atılımının arkasında ise Çin'in olması muhtemel gözükmekte, bu Çin'in tarih boyunca kullandığı yakındaki dostlarını uzaktaki düşmanlarına karşı kullanma politikasıyla da örtüşmektedir. İşte bu durumda Güney Kore, ABD gücü zayıflarken çok temel bir soruyu kendisine sormak durumunda kalacaktır. "Çin'e bel bağlanabilir mi ya da Japonya ile stratejik bir ittifak kurulabilir mi?"
Bu sancılı durumun cevabı yavaş yavaş netleşmektedir. İki ülkede yapılan son seçimlerde iktidara gelen Japon Başbakan Şinzo Abe ile Güney Kore'nin yeni kadın Cumhurbaşkanı Park-Geun-hye'nin açıklamaları gelecek dönemde bir yakınlaşma olacağının göstergesi sayılmaktadır. Zaten ülkelerin stratejik gerçeklikleri ile ortak demokratik değerleri bunu desteklemektedir. Ancak iki ülke arasında özellikle Japon kibir ve saldırganlığının geliştiği sömürgeci geçmişin olumsuz etkileri ve adalar üzerinde sınır anlaşmazlığı bulunmaktadır. Sorunların aşılması iki ülkenin yakın dönemde ilişkilerini geliştirmeleri durumunda bunun Çin'e güçlü bir mesaj vereceği kabul edilebilir ancak bu tek başına orta ve uzun vadede işe yaramayabilir. Giderek güçlenen Çin, sadece ekonomik olarak değil askeri, siyasi hatta Konfüçyus Enstitüleri kurarak kültürel açıdan da varlığını güçlendirmektedir. Olası Güney Kore ve Japonya ittifakına Rusya'nin katılımı gerekmektedir ki Çin'in bölgedeki gücünü dengeleyebilecektir.
Japonya ile Güney Kore arasındaki sorunların çözülmemesi durumunda Güney Kore, Çin'nin yörüngesine girebilir ki bu ihtimal Çin'nin sanayisinde zayıf noktası sayılan Güney Kore sanayisinin ise başat bir unsuru olan yenilikçilik ya da yeni teknolojilerin icadı ve adaptasyonu yeteneğiyle birleştiğinde verimli sonuçlar elde edilebilir.
Tüm bu olasılıklar geleceğin dünyasında özellikle de 2025'e doğru ilerlerken daha çok konuşılacak ABD'nin gücünün zayıfladığı çeşitli krizlerle ortaya çıkar çıkmaz ülkeler kendilerinden daha az güçlü ülkelerle daha cüretkar bir şekilde hesaplaşmaya çalışacak dikkate değer ekonomik kalkınması, Batı yanlısı demokratik sistemi ve ABD ile müttefiklerinin uğruna binlerce askerlerini feda ettikleri bir ülkenin tercihleri de hayati önem taşıtacaktır.

7 Eylül 2012 Cuma


Aşkın Sıradanlığı Üzerine

Giriş

Almanya doğumlu Yahudi yazar, Savyon Liebrecht'in yazdığı gerçek bir aşk hikâyesinin konu alındığı “Aşkın Sıradanlığı” isimli oyun Martin Heidegger ile Hannah Arendt’in ilişkilerini felsefe, siyaset ve romantizm boyutlarıyla düşünmemize yardımcı olmaktadır.
Henüz on sekiz yaşında genç bir Alman Yahudi’si olan Hannah Arendt‘in Martin Heidegger ile olan ilişkisi 1924 yılında Magdeburg Üniversitesi felsefe bölümünde başlamıştır. Hannah için gençlik yıllarında dünya henüz belirsizlikler ve muammalarla dolu bir yerdir. Bu muammalardan biri de, kafasını hep karıştıran Yahudi kimliğiydi ancak ailesinin Yahudiliğe bakışı aşırı laikti. Arendt henüz 7 yaşındayken hem babasını hem de dedesini kaybetmişti. Bu nedenle çocukluğundan beri kendini kayıp, kimsesiz ve korumasız hissediyor; ancak her zaman cesur bir görünüm sergilemeye de özen gösteriyordu.
Arendt ile tanıştığında otuz beş yaşında olan Heidegger, önceleri teolojiyle ilgi duymuş uzun süre Cizvit manastırında kalmış ardından varlık felsefesiyle ilgilenmişti. Henüz profesör olmuş olan Heidegger, felsefe dünyasında bomba etkisi yaratacak “Varlık ve Zaman” adlı eseri üzerine çalışıyordu. Heidegger ile Arendt 1924 yılından başlayarak Arendt’in yaşamını yitirdiği 1975 yılına kadar görüşmüş hem romantik bir aşk, hem bir dostluk, hem öğrenci-öğretmen, hem de koruyan-korunan ilişkisi kurmuşlardı.
Bu iki büyük düşünürün izinde, iki perdelik “Aşkın Sıradanlığı” oyunu Hannah Arendt’in Eichmann Davasını ele aldığı “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabına hem bir gönderme niteliği taşımaktadır. Hem de 1933’ten itibaren Nazi Almanya’sının yükselişine ve çöküşüne tanıklık ederek, felsefe ve insan ilişkilerine dair “aşk” “kötülük” “körü körüne” lik “özne-nesne ilişkisi” “asimetrik ilişki” üzerine düşünmemizi sağlamaktadır.

Birinci Perdeye Bakış

Oyun Kasım 1975’te başlar. Hannah Arendt yeni kalp krizi geçirmiştir. Yorgundur, dinlenmesi gerekmektedir. Doktorun yasaklamasına rağmen sigaradan vazgeçememiştir.  Bir taraftan İsrailli genç öğrenciyi beklemektedir bu önemlidir çünkü röportajı İsrail’de onun “Eichmann Kudüs'te” kitabına uygulanan boykotun kaldırılması için bir fırsat olarak görmektedir. İsraillilerin soykırım nedeniyle suçladıkları Eichmann, Arendt’e göre, sadece bir yarbaydı, ne yaptığını, sonuçlarının ne olacağını fark edememişti. Arendt, Kötülüğün kaynağını bireyde değil totaliter rejimde arıyordu. Bu görüşlerini İsraillilerle paylaşmak istiyordu.
Röportaj öncesi tek bildiği şey ise Martin Heidegger ile ilgili konuşmak istemediğidir. “Kalbimi sınayacak değilim” sözünün ardından Hannah 1924 yılını hatırlar, korudaki patikaya bisikletle gitmektedir. Oyunda Kasım 1975 yılından Kasım 1924 yılına “döner sahne” kullanılarak geçiş yapılır. Döner sahne kullanımı dramaturjik açıdan mekânı işlevsel kılsa da sahnenin yavaş dönmesi birbirine bağlı cümleler arasında kopukluk yaratması olumsuz bir özellik olarak yansımaktadır. Bu geçişler esnasında yaşlı Hannah, genç Hannah ile üç kez bağlantı kurar, birinde bir çay fincanı uzatır diğerinde bir mektup verir ve en son sahnede genç ve yaşlı Hannah birlikte sigara içerler. Sahnelemede “pencere” önemli bir motif olarak kullanılmıştır.  Bir taraftan dekor olarak kullanılmış diğer yandan Arendt’in dünyasından olayların nasıl algılandığını göstermiştir. Ancak Arendt’i oynayan oyuncunun performansı bekleneni verememekte sürekli repliklerini hatırlamaya çalıştığı görüntüsünü vermekte bu da iletisini Arendt üzerinden kuran oyunu zayıf düşürmektedir. Oyuna döndüğümüzde sahnede, genç Hannah’nın arkadaşı Rafael’e ait kulübeyi öğretmeni Heidegger ziyaret edecektir. Rafael, Heidegger ile Hannah arasındaki yakınlaşmanın farkındadır. Rafael’e göre Profesör ’un gözü Hannah’dan başkasını görmemektedir. Kulübeye de sırf onu görmek için gelmiştir. Sadece Heidegger değil, Rafael’de Hannah’ya ilgi duymaktadır, ona “aşkım” şeklinde hitap etmekte ondan karşılık beklemektedir ancak bu sırada Hannah ile Heidegger’in “aşk” ı alevlenmektedir. Heidegger’in sorularının merkezi Rafael ile Hannah’nın ilişkisinin boyutu üzerinedir.  Hannah’nın Rafael ile  “İyi arkadaşız” sözü Heidegger’i cesaretlendirir. Bu sahnede karşımıza çıkan “çekiç imgesi” Heidegger’in “Varlık ve Zaman” kitabında özne-nesne ilişkisini anlatmakta kullanılmaktadır. Buna göre bir nesne olan çekiç tek başına bir işe yaramamakta anlam kazanabilmesi için bir özneye mesela bir çiviye ihtiyaç duymaktadır. Oyunda iki kez kullanılan “çekiç imgesi”  Heidegger’in Nazi ideolojisinin öznesine Arendt’in ise Heidegger için “aşk”ın nesnesine dönüşmesini yankılamaktadır.
Oyunda yeniden Kasım 1975’e dönülür.  İsrailli öğrenci Michael Ben-Shaked, Hannah ile röportaj yapmak üzere gelir. Hannah onu tanır gibi olur, zihni karışmıştır, şüphelenmiştir. Ona Mossad ajanı olup olmadığını sorar. Michael ona otuz yaşında olduğunu, felsefe doktorası yaptığını söyler, kusursuz İngilizcesini de İngiltere’de lise eğitimine borçludur. Hannah evli olup olmadığını sorduğunda bir aylık bir erkek çocuğunun olduğunu isminin Rafi olduğunu söyler. Tahmin edileceği üzere Rafael isminin kısaltmasıdır bu ve daha sonra babasının ismini verdiği anlaşılacaktır. Michael, Barbara Tuchman’ın, Heidegger’in durumuyla Eichmann’ın durumunu karşılaştırmasını dile getirir. Hannah’nın Heidegger’e olan “körü körüne” bağlılığını sorgular. Bu sorgulamanın sadece Michael tarafından yapıldığını söyleyemeyiz, tartışma bugün de devam etmektedir. Buna göre, Heidegger bir Nazi’dir, kendi isteğiyle Nazilere katılmıştır, Yahudi kökeni vurgulanan Arendt ise Heidegger ile ilişkisini sürdürmüş, onu her daim korumuştur. Buradan bakıldığında Michael sanki bu görüşün temsilcisi gibi görünmektedir. The Washington Post yazarı Richard Cohen bu konuda benzer görüş öne sürer: “Arendt'in gözü Heidegger aşkı ile kör olmuştu, öyle ki onu aklamak için, onun kötülüğünü ve yanlışlarını örtebilmek için “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını ortaya attı.”[1]
Tartışmanın ardından oyunda sahne bir kere daha döner. Hannah yine uzaklara dalmıştır. İki zaman dilimi arasında bağlantı burada ilk kez kurulur, Heidegger’in çay istediği sahnede yaşlı Hannah, Kasım 1975’ten Kasım 1924’e genç Hannah’ya aradığı fincanı pencereden uzatır. Bu sahneden itibaren Heidegger ile Hannah arasındaki ilişki öğrenci-öğretmen ilişkisinin bir adım ötesindedir. Bundan sonra mektuplaşmaya başlarlar. Tekrar Kasım 1975’e gelinir ve Michael ile Hannah tartışmaya girerler. Michael’ın Heidegger ‘i Eichman gibi Nazi olarak nitelendirmesine karşı çıkar, ona göre o dahi, parlak bir düşünürdür ve Nazilere hizmet etmemiş ama onlar tarafından sömürülmüştür.
Ropörtaj öncesinde 16 Kasım 1975 tarihli mektup gelir bu mektubu alan Hannah heyecanlanır zira Heidegger’den gelmiştir. Heidegger ondan “Varlık ve Zaman” eserinin Amerika’da yayınlanması için alıcı bulmasını istemektedir. Mektubun sonu yıllar geçse de aynı şekilde noktalanır “Senin M.” Yaşlı Hannah yine aynı şekilde sonlanan 14 Şubat 1925 tarihli mektubun geldiği zamanı hatırlar. Rafael, Hamursuz Bayramı için yola çıkacaktır. Hannah ise Martin ile buluşacaktır, üzerine çok şık bir kıyafet giymiştir ve tavşan pişirmektedir. Tavşan, Yahudi inancına göre koşer değildir yani yenilmesi yasaktır. Bu buluşmada Hannah ilk defa sigara tüttürecektir. Sigara kullanımı Arendt’in bu alışkanlığının ne zaman başladığı üzerine bize bir fikir verse de burada “duman” metaforunun beyazlık/siyahlık, kötülük/iyilik, varlık/hiçlik gibi kavramlar üzerinde durmaya imkân sağladığını görmekteyiz. Oyun metninin sahneye aktarılması sırasında “Varlık ve Zaman” ile “Kötülüğün Sıradanlığı” kitaplarından faydalanılmadığı bu nedenle sahnelemede çeşitli fırsatların kaçırıldığı görülmektedir.  “Eller” imgesi de burada ilk kez kullanılacaktır  “Varlık ve Zaman” kitabına göre eller hem bütünün parçası olan bir araçtır hem de bütünün temsilcisidir. O nedenle “eller” kişi hakkında önemli bir veri sayılmaktadır.
Yine 1975’e dönülür röportaj başlamak üzeredir. Arendt kendisinin “seçkin filozof” yerine “siyaset teorisyeni” şeklinde tanıtılmasını ister oysa başlarda felsefeyle siyasetin ayrı şeyler olduğunu düşünmüştür ancak gelinen noktada siyasetin etkisini kabul etmiş görülür. İsraillilere hitap eden Arendt, İsrail’in ebediyen tehdit altında olacağını kazanacakları her zaferin kendilerini yalnızlaştıracağını söyler. Ona göre İsrail’in en büyük amacı güvenliği sağlamak olacağından Yahudi kültürünü geliştirmek ikinci plana itilecektir. Arendt yorulduğunda duvardaki bir fotoğrafa gözü ilişir. Fotoğraftakiler: Hannah, Rafael ve Heidegger. 1924’te Korudaki Kulübeyi hatırlar. Hannah ile Heidegger ilk defa tartışmaktadırlar Hannah ilişkinin gizliliğini sorgulamaktadır. İki zaman dilimi arasında bir diğer bağlantı yaşanır yaşlı Hannah genç Hannah’ya mektup uzatır. Heidegger, Alman Üniversitelerinde reform planı üzerinde çalışmaktadır bu nedenle ofisine gelen Hannah ile ilgilenememiştir. Burada ilk defa Heidegger’in Yahudilere bakışı konusunda bir tartışma geçer. Rafael bir Yahudi’dir ve Heidegger onun hakkında konuşurken aslında Yiddish yani Alman Yahudilerini belirten ifadeyi “yid” şeklinde kullanır. Hannah bu ifadeyi bir aşağılama kelimesi olarak algılar. Burada Heidegger hakkında Naziler iktidara gelmeden önce de anti-semitizme eğilimliydi şeklindeki iddiaları hatırlatmada yarar vardır. Heidegger’in Nazilerle ilişkisi konusunda öğrencileri her zaman onun eşi Elfriede’yi suçlarken, Heidegger’in Nazizm’e bağlılığını reddetmişlerdir.
1975 yılına tekrar dönüldüğünde duvardaki fotoğraf hakkında konuşulmaktadır. Ve söz Rafael’e gelir burası düğüm noktasıdır. Hannah onun savaştan önce öldüğünü bilmektedir ancak Descartes üzerine başlayan tartışma sonucu Hannah, Michael’in bilgi eksikliğini anlar. Çünkü Kartezyen ile Descartesyen’i karıştırmıştır. Onun kim olduğu hakkında yeniden şüphelenmeye başlar. Michael çaresiz gerçek kimliğini açıklamak zorunda kalır. Rafael’in oğludur.
Birinci perdede sonunda Arendt, Heidegger ile ilişkilerini tanımlamak için “asimetrik” kelimesini kullanır. Buna göre asimetrik ilişki bir bağımlılık yaratmaktadır. Bağlanan kişi yani Hannah, bağlanılan kişi yani Heidegger’in hatalarını kolaylıkla sindiren, sineye çeken, yaşamının alt-üst olmasına aldırmayan hatta bazen farkında olmayan kişi durumuna düşmektedir. Bağımlılık genelde tek taraflı gibi görünse de Hannah’nın ruhsal doyum, tensel doyum sağladığı söylenilebilir.

İkinci Perdeye Bakış

İkinci Perde, Haziran 1929’da açılır. Hannah ile Heidegger korudaki kulübede sevişmektedirler. Hannah aynı ay doktorasını tamamlar ve Heidegger’e ithaf eder. Nazilerin yükseliş dönemi başlamıştır ve Heidegger bunu heyecanla karşılamaktadır. Onların Yahudi karşıtlığını seçim taktiği olarak görmektedir. Hannah’nın korkusunun yersiz olduğunu söyler ancak Hannah, Almanya’yı terk edecektir. Artık aralarında korkunç bir uçurum vardır. Hannah, Heidegger’in bir diğer öğrencisi Günther Stern ile evlenmeye karar verir. Bu durum Rafael’i sarsar yıllarca aşkına karşılık beklemiş ancak Hannah’dan karşılık görememiştir. Hannah’nın ona durumunu açıklamasına izin vermeden bavulunu toplar ve gider. Burada karşımıza “bavul imgesi” çıkmaktadır. Bavul, sürekli göçebelikle, sürgünle geçen hayatları hatırlatır. Hem sürekli göç etme durumunda kalan dünyanın dört bir yanına yayılan Yahudiler için hem de Yahudi asıllı bir alman olan Rafael için hayal kırıklıklarını, umutsuzluk ve çaresizliklerini hatırlatır. Oyundaki natüralist sahneleme anlayışı  “çekiç” imgesinde olduğu gibi “bavul” imgesini de gözümüzden kaçırır çünkü sahnede zaten çok fazla ayrıntı vardır bu seyircinin imgeler üstünde düşünmesini zorlaştırmaktadır.
Yeniden 1975 yılı Hannah, Michael’ın Rafael’in oğlu olduğunu öğrenmiştir. Rafael, üç ay önce ölmüştür. Michael, babasına en son 1929’da gördüğümüz bavulu getirir ve Hannah’ya gösterir. Hannah, Siyonist kongre için malzeme toplamaya çalışırken tutuklanmış, evi aranmış Rafael’den gelen mektuplara ulaşan Gestapo, Hannah aracılığıyla Rafael’e ulaşmış ona işkence yapmış ve Rafael çaresiz Almanya’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Hannah, Rafael’e yazdığı ancak veremediği mektubu Michael’a okutur. Böylece kardeşi olarak gördüğü Rafael’e yanlış bir şey yapmadığını kanıtlamak istemektedir.
Michael ile Hannah tartışmaya başlarlar, Michael Alman Yahudilerinin Almanya tutkusunu eleştirir. İsrail’e göç eden alman Yahudileri, alman kültürünü korumaya devam etmektedirler. İsrail’de bu kişilerle alay edildiğini vurgulanmaktadır. İsrailliler alman kültürü ve Nazi kâbusu arasında ayrım yapmakta zorlanmakta soykırım sırasında Yahudilerin yaşadıkları acı olayların sorumluluğu Alman halkına ve kültürüne yüklenmektedir. Sonraki sahnede Hannah korkuyla 28 Şubat 1933 gününü hatırlamaktadır. Heidegger, sahnede meşhur “rektörlük konuşması” nı yapmaktadır.
Rafael’in doktorası gecikmiştir ve Hannah mektupta bunun sorumlusunu Heidegger’e sorar. Ancak cevap alamaz. Nazilerin etkisi daha da artmıştır. Aynı yıl Hitler iktidara gelir.
Savaş sonrası 1950 de Hannah ve Heidegger kulübede yeniden buluşurlar. Heidegger 61,Hannah ise 44 yaşındadır. Heidegger ders vermeyeli 5 yıl olmuştur, Nazilerle işbirliği yapmasını Yahudi profesörleri üniversiteden kovmasını Rektör olarak yasalara uymak zorundaydım, şeklinde cevaplar, tıpkı Eichmann’ın yasalara uymak zorundaydım dediği gibi. Heidegger bu konuşmada Nasyonal Sosyalizmin Naziler tarafından iç hakikati ve yüceliğinin yok edildiğini savunmaktadır. Vicdanının temiz olduğunu söyler. Çünkü o kullanılmıştır. Özür dilemeyi reddeder. Hitlerin öncelikle özür dilemesi gereken kişi olduğunu vurgular. Oyundaki zamanlar arası bağlantı son sahnede bir kez daha yaşanır, genç Hannah sigarayla belirir ve yaşlı Hannah’ya yaklaşır. Sigara paketini uzatıp, yakar. Yaşlı Hannah tutkuyla bir nefes çeker omuz omuza birlikte içerler. Oyun böylece sona erer.

KAYNAKÇA
LİEBRECHT, Savyon (2009), The Banality of Love, (Çev: Tarık Günersel)
ARENDT,  Hannah  (2010),  Kötülüğün Sıradanlığı,  Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge Çelik), Metis Yayınları: İstanbul.
ERDEM, Haluk  (2010), Hannah Arendt’in Eichmann Üzerine Düşünceleri, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9 (2010 Bahar)
COHEN, Richard (2010), The Banality of Love, The Washington Post http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2010/05/10/AR2010051003693.html
 ASA, Rubi (2011), Sanatın Güncesi Aşkta ve savaşta: Felsefe, http://www.salom.com.tr/news/detail/21436-Askta-ve-savasta-Felsefe.aspx
ROCKMORE, Tom (2011) Heidegger’in Nazizmi, Kant ve Dasein Üzerine Tom Rockmore (Çeviri: Metin Bal)

Hazırlayan: Okan Bozlağan



[1] http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2010/05/10/AR2010051003693.html Richard Cohen, The banality of love, The Washington Post(çeviri: Serdar Başçetin’e aittir)
                                 

Gyula Hay’ın “At” Oyunu üzerine


Giriş Yerine
Devlet Tiyatrolarında bu yıl gösterime giren 46 yeni oyun arasında yer alan Macar asıllı yazar Gyula Hay’ın, “At” oyunu 1960’ta, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından şiddetlenmeye başlayan Soğuk Savaş yıllarında yazılmıştır. 1945 yılında savaşı kaybedeceğini anlayınca intihar eden Hitler’den kurtulan Avrupa, yeni bir totaliter rejimle karşı karşıyadır. Sovyetler Birliğinde Stalin’in Doğu Bloğu ülkelerinde uygulamış olduğu baskıcı ve totaliter yönetim ile Hitler’in uygulamaları temelde aynıdır. 1933'te Hitler'in başa geçmesi ile Almanya'yı terk etmek zorunda kalan Gyula Hay, 1956'da Sovyetlerin tanklarına karşı direnişçilerle birlikte olmuş,  tutuklanarak hapse atılmış ve 6 yılın ardından hapisten çıktığında İsviçre’de yaşamaya başlamıştır.
İki perdeden oluşan oyun,  ilk bakışta Roma dönemi iktidar ilişkilerini gösteren bir oyunmuş gibi görünse de, Hay’ın oyunu yazarken asıl amacının Soğuk Savaş yıllarındaki Stalin başta olmak üzere totaliter iktidarları eleştirmek olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, oyunda iki farklı toplumsal tabakanın eylemleri şekillendirdiği bir yapı mevcuttur. Bir yandan imparator, konsül, senatörler, başkomutan olmak üzere yönetici sınıf diğer yanda farklı ekonomik statülere sahip halk kesimi oyunun kurgusunu şekillendirmektedir. Kendini tanrısallaştıran, Caligula’nın önderliğindeki yönetici sınıf, kumar yoluyla devleti yönetecek kararları rastgeleliğe bağlarken, halkın bunu körü körüne kabullenmesi, yalnızca paranın önem kazandığı bir düzende tutunmaya çalışmaları belirleyici etkenlerdir.
Gyula Hay’ın “At” oyunu Hakan Boyav’ın rejisiyle totaliter rejimlerde güç ve iktidar ilişkilerini ele alırken, halkın tutumu özellikle son dönemde yaşanan “Arap Baharı” tartışmaları etrafında düşünmemize yardımcı olmaktadır.

Devlet Tiyatrolarındaki Sahneleme Üzerine
Devlet Tiyatrolarındaki gösterimde bizi İmparatorun sadık hizmetkârı ve Roma muhafız kuvvetleri komutanı Macro karşılamaktadır, Caligula metinde olmayan ama Macro tarafından kullanılan “dünyanın gelmiş geçmiş en baskıcı, en çılgın tiranı, lakabı küçük çizme” sözleriyle tanıtılmış ve olayların MS.38 yılında geçtiği vurgulanmıştır. Oyun başlamadan önce sahne Resim.1’deki gibidir. Dekorun üst kısmı merdivenlerle çıkılan ve biri İmparator Caligula’ya diğeri ise Macro’nun eşi ve Caligula’nın gözdesi Lollia’ya ait iki tahtın bulunduğu imparatorluk sarayını temsil etmektedir. Dekor bu haliyle iki farklı mekânı vurgulamaktadır. Oyun sahnenin ön tarafında kurulan masa, tabure, içki şişelerinin bulunduğu meyhane sahnesiyle başlar. Oyuncular Romalı kostümleriyle karşımıza çıkarlar, İmparator Caligula ise birkaç farklı kostümle oyun boyunca gözükmektedir.
Zar oyununda her şeyini kaybeden Selanus son bir kez şansını denemeye karar verir ve çok sevdiği atı İncitatus’un üzerine bahis açar.  Herkesin dalga geçtiği ve sucuk yapılmasını tavsiye ettiği at Incitatus, kişneme sesiyle birlikte “arzu nesnesi” haline dönüşür. Oyun boyunca sadece kişneme ve toynak sesi duyulan Incitatus’un yalnızca bir simge olduğu görülmektedir. Dikkatli bir bakış arzulanan nesnenin aslında Incitatus değil otoriter güç olduğunu ortaya koymaktadır. Kendini tanrısallaştıran ve ülkedeki her canlı üzerinde takdir hakkı bulunan İmparator Caligula, halkın ve bürokrasinin de onu istediğini gördükten sonra zar oyunuyla sahip olamadığı Incitatus’u konsül atayarak kendinin en tepesinde yer aldığı bürokratik hiyerarşiye dâhil etmiştir. Böylece doğrudan olmasa da dolaylı olarak atın sahibi olmuştur.
Daha önceki tüm oyunları kazanan sakallı adam, oynamaktan vazgeçen Selanus'u yeniden  oyuna katmak için meyhanedeki herkesi değerli eşyalarını ortaya koymaya zorlar. Selanus ise tek şart olarak Sakallıdan sakalını çıkarmasını, Bıyıklıdan da bıyığını çıkarmasını ister.  Oyunu Selanus kazanır. Sakalını çıkaranın İmparator Caligula, bıyığını çıkaranın da Muhafız Kuvvetleri Komutanı Macro olduğu anlaşılır.  Selanus, İmparatoru zar oyununda yenmiştir, tedirgindir babasının yakın dostu olan Egnatius'a sığınır. Egnatius, Selanus’u korurken, İmparator’un dışladığı mantıksal ve bilimsel hareket ederek, sistemde var olmaya çalışmaktadır. Selanus ile ilk karşılaşma sahnesinde masanın üzerinde bulunan deniz kabuğunu eline alır ve “Çok yaşa, İmparator Caligula” sözlerinin ardından dinlenildiklerini belirten bir işaret yaptıktan sonra deniz kabuğunu kırar. Bu sahnenin günümüzün “telekulak” tartışmalarına gönderme olarak düşünüldüğü ve sahnelemeye eklendiği anlaşılmaktadır. Bu sahnenin de gösterdiği gibi oyun temelde eleştirel ve muhalif bir yapıda kurgulandığı görülmektedir.
Oyundaki zar sahneleri, aksiyonun akışında belirleyicidir; İmparatorun oyun düzenleyerek kararları rasgeleliğe bırakması kendisini Tanrılarla özdeşleştirmesinin bir tezahürü olarak gözükmektedir. Caligula’nın Tanrılar nasıl güçlerini kullanarak insanları cezalandırıyorsa, o da gücünü halkı üzerinde kullanarak kendini Tanrıların yerine koymuş onlar gibi rastlantısal davranmış böylece mantıksal ve bilimsel hareket etmeyi dışlamıştır. Bu bağlamda, Caligula’nın tanrısallık iddiasının ölüm korkusundan kaynaklandığı düşünülebilir. Ölüm, yaşamın temel dinamiği olmakla beraber insanoğlunun da değişmeyen tek alınyazısıdır. Caligula’nın temelde kabul edemediği bir şeyde budur. Sahneleme temelde Caligula karakteri üzerine kurulmuş, grotesk üslup tekinsizlik, abartma ve karikatürleştirme, oyunsuluk duygusu yaratarak Caligula’yı canlandıran oyuncu Tolga Evren’e geniş hareket alanı sağlamış imparatorun zaaflarını ve çelişkileri başarıyla vurgulanmıştır. Buna göre Tanrısal-İmparator Caligula iki şeyden korkar gibi gözükmektedir: Birincisi, Caligula’nın sağ kolu Macro’nun karısı ve saray kadınları içindeki gözdesi olan Loila, ikincisi ise kumarda kaybetmektir. Loila metinde iktidar hırsları yüzünden sürekli planlar yapan, taktikçi ve çıkarları uğruna her yolu deneyebilecek bir tip olarak çizilmiştir. Sahnelemede elinde bülbül sesi çıkartan bir aletle İmparatoru etkilemeye onu yönlendirmeye Caligula’yı, Egnatius’u öldürüp bülbül bahçesini kendine vermesi için baştan çıkarmaya çalışmaktadır. Loila bu haliyle bilimsel ve mantıksal hareket eden Egnatius’un tam karşısına konumlandırılır, kişisel hırslarının peşinden gitmektedir. Kumar sahnelerinde İmparatorun yenilmesi ise Roma’ya yeni gelen Selanus’un parlamasına yok açar. Bu yeni bir çatışma unsuru ortaya çıkarır: İmparator Caligula ve Selanus çatışması. Bu çatışmaya geçmeden önce Caligula’nın hangi tür örgütlenmeyle iktidarını kurduğunu bilmekte fayda vardır.
İlk sahneden itibaren Caligula işaret verince düğmeye basan Macro gibi yardımcılarının bulunduğu bir sivil-askeri bürokratik sistemin varlığı belirmektedir. Resim.2 de görüleceği gibi konsüllerin, askerlerin ve senatörlerin oluşturduğu bürokrasi, halk nezdinde imparatorun meşruiyetini, maddi ayrıcalıklarını korumakta kendi içinde ise daha yüksek bir mevki kapmak için yarışmaktadırlar, sistem böyle olunca halk umutsuzca yerinde dururken her defasında piramidin tepesine bir imparator binmektedir. Bu umutsuzluk ortamı içerisinde taşradan gelen Selanus’un İmparatoru yenilgiye uğratıp, bankacının kızı Amenea ile evlenmek istemesi ardından İncitatus’un konsül olmasıyla birlikte ahırcıbaşı yapılması önemli görünmektedir. Selanus, Roma’daki değer yargılarıyla ve Caligula’nın başını çektiği iktidarla bir çatışma yaşar. Ancak bu çatışma sitemi değiştirmek üzerine değil, sistemde var olmak yani bir Romalı olmak üzerinedir. Bu açıdan bakıldığında, Caligula-Selanus çatışması oyunda önemli bir unsur olarak görünmektedir. Ameana’nın koynuna girebilmek için İncitatus kılığına giren imparatorun dövülme sahnesinde Selanus aksiyonun başlatıcısıdır. Selanus oyunun sonunda Caligula tarafından cezaya çarptırılmak üzereyken, Caligula son bir zar oyunuyla Selanus’tan rövanşını almak ister. Eğer kumarı Selanus kazanırsa Ameana onun olacak ve istediği bir başka dileği de kabul edilecektir. Selanus Caligula’yı kumarda yener ve Ameana ile evlilik hakkını elde ettikten sonra taşrada at yetiştiricisi olmayı ister. Oyun başında Roma’da kalmak isteyen ve bunu başaran Selanus’un Ameana’yı elde ettikten sonra ücra bir köşeye gitmek ve Ameana ile bir dünya kurmak istediğini görülmektedir. Selanus’un Caligula önderliğindeki iktidarla çatışmasının çok sevdiği atı Incitatus’u kaybetmesine rağmen Ameana’yı elde ettikten sonra, ortadan kalktığı görülmektedir.
Egnatius, oyunda Caligula’nın güvenini kazanmasıyla dikkat çekmektedir. Caligula’nın savaşlar ve isyanlar nedeniyle boşalan hazinesini kurtarma yolunda çözümler arar.  Lollia da bu konuda İmparatora akıl vermeye çalışmaktadır. Lollia, Caligula'ya söz geçiren tek kişidir, onu etkiler. Lollia ile Egnatius arasında bir çatışma görülmektedir. Egnatius, Selanus'la beraber Caligula'yı görmeye gider. Caligula, Egnatius'tan hazineyi kurtarması için yardım ister. Bu sırada senatörler Egnatius aleyhinde Caligula'ya konuşurlar. Birbirlerini de karalarlar bu arada. Caligula bunlardan etkilenerek Egnatius'u konsüllük görevinden alır. Egnatius, Caligula'dan son bir şey ister. Bu da yeni bir at yarışı düzenlemesi ve bu yarışta maviye oy vermesidir. Böylece şimdiye kadar Caligula yeşile oynadığı için yeşile oynayan halkın tüm parası da alınabilecektir. Caligula kabul eder. Yarışı Incitatus kazanır ve herkesin yeni idolü olur. Ameana maviye oynadığı için kazanmıştır. Herkes yoksullaşır birden. Selanus'un konsül olması beklenirken, konsüllüğe halkın yeni gözdesi İncitatus getirilir. Artık tüm gençler at gibi davranmaya başlar. Selanus ahırcıbaşı, Egnatius da yem başuzmanı olur.
Selanus’un Roma’ya gelmesi ile başlayan hikâye, İncitatus’un konsül olması ile gelişir. Bir atın konsül yapılması gerçekte Senatörlere verilmiş bir gözdağıdır. İmparatorun mutlak otoritesini göstermektedir. İncitatus’un Senatörler tarafından öldürülmesinin ardından ise Caligula’nın düzeni eski haline getirmesi için Egnatius’u yeniden konsül yapar. Onun mevkisine göz diken Senatörlerin hevesleri boşa çıkmıştır. Lollia ise Caligula’nın kararlarını destekliyormuş gibi görünmektedir. Üç saate yaklaşan süresiyle Oyun, Selanus ve Ameana’nın Roma’yı terk edecek olmaları ile son bulur. Oyun süresi fazlaca uzun olduğu ve diyalogların şişirildiği anlaşılmaktadır. Bu oyunun totaliter rejimleri eleştiren temel iletisini zayıflatabileceği endişesini gündeme getirmektedir. Ancak İncitatus kılığındaki Caligula’nın halk tarafından dövülmesinin ardından, seyirciyle diyaloga girerek, kendisinin yerinde kim olsa aynı şeyleri yapacağı kendisinin tek suçlu olmadığını söylemesi oyunun totaliter rejimleri eleştiren temel iletisini yeniden canlandırır. Caligula’ya göre kendisi bu düzen içerisinde özne gibi görünmekle birlikte aslında bir nesnedir ve temelde bu düzen halkın isteğiyle devam etmektedir yani öznesi halktır. Buna göre düzeni değiştirecek olan da halktır. Oyunun güncel tarafına bakıldığında son dönemde “Arap Baharı” olarak adlandırılan gelişmeler göstermiştir ki, halk gerçekten ister kendi içindeki çatışmaları ve düzenin ideolojik aygıtlarının yarattığı yapay gündemlerden kurtulursa, değişim için harekete geçmekte ve gerektiğinde en acımasız totaliter rejimler bile değiştirilebilmektedir.




KAYNAKÇA

Julius (Gyula) Hay, At,  Kabalcı Yayınevi Çeviren: Özdemir Nutku Yayın Yılı: 1991
BÜO Yıllık, At Dramaturji Notları, Duygu Dalyanoğlu & Merve Han
Dilek TÜRK, AÇIKÇA 2003, Oyun İncelemeleri, At
http://www.herkesetiyatro.com/at_oyun_incelemeleri.html

Hazırlayan: Okan Bozlağan         10.01.2012

1 Temmuz 2012 Pazar

Kriz ve Değişim

19.yy’da artık Çin’in dünyadaki gelişmelere “yarı izole” durumuyla cevap vermesi beklenemezdi. 1750 yılından itibaren Sanayi Devrimi, özellikle Batı Avrupa’da etkisini göstermeye başlamıştı. Üstelik Avrupalıların 16.yy’dan sonra giderek artan sömürgecilik faaliyetleri teknolojik gelişmelerin desteğiyle hızlanmıştı. Çin ise 300 milyonu aşkın kalabalık nüfusuyla Avrupalılar için hem büyük bir pazar hem de geniş, kaynakları bol bir coğrafya demekti. Avrupalıların ilgisini çeken Çin, onları “barbar” olarak kabul ediyor, onlarla sınırlı ve kontrollü bir ilişki kurmayı yeğliyordu. Ancak Çin’in bu tek merkezli bakış açısı 19.yy’da ülkenin içerde yaşadığı krizler ve dışardan gelen değişim baskılarıyla sarsılarak, gücünü yitirmesine ve  “yarı-sömürge” durumuna düşmesine engel olamamıştı.
Peki, Çin’i “barbar” olarak tanımladığı Avrupalı devletler karşısında zayıf düşüren neydi? 
Öncelikle nüfus, Çin’in nüfusu çok hızlı artıyordu. 1500 ile 1650 yılları arası dönemde sadece 20 milyon artan nüfus 123 milyondu, ancak 1650 yılından 1750 yılına kadar olan süreçte 137 milyon artarak, 260 milyona çıktı.[1] Bu önemli bir “kriz” nedeniydi. Toprak ihtiyacı karşılamıyor, daha az verimli alanların tarıma açılması da sorunu çözmüyordu, çoğunluğu köylerde yaşayan ve tarımla geçinen halk, sürekli açlık tehlikesi altındaydı çünkü nüfusun artmasına rağmen tarımsal üretim teknikleri, yüzyıllar boyunca değişmemişti. Bu dönemde Çin nüfusuyla koca bir deve benzese de bürokrasisi tam bir cüceydi, sorunlara çözüm bulamıyor, bayındırlık işlerini aksatıyor, su baskınları ve diğer felaketler karşısında çaresiz kalıyordu. Üstelik yolsuzluk sistemde aşağıdan yukarıya rutin bir uygulama olarak belirmişti, İmparator Çianlong’un yakın adamı Hışen bunun bir örneğiydi, tutuklanıp intihar etmesi emredildiğinde, göz kamaştıran bir servete sahipti. Tüm bunlar düşünüldüğünde halkın artık yönetimden hoşnut olması beklenemezdi, ülkeyi yüzlerce yıldır yöneten Mançu hanedanına karşı tepki artarken, durgun gözüken bir dönemin ardından Beyaz Lotus İsyanı ile başlayan ayaklanmalar dizisi patlak verdi.
Bu ayaklanmalar merkezi hükümet ile çevre unsurlar arasında sıkıntıları gösterirken, ayaklanmalara köylüler başta olmak üzere toplumun birçok kesiminden katılım gerçekleşiyordu. İmparator ayaklanmaları bastırmak için yerel beylere güveniyor ve uzun, kanlı süreçlerden sonra başarı sağlanırken, ülkenin kaynakları da cömertçe harcanıyordu. Bu yüzyıldaki ayaklanmalar arasında belki de en dikkat çekeni Taiping ayaklanmasıydı. Hong Şiuçuan önderliğinde başlayan ayaklanma, hızlıca yayıldı zaten koşullar o kadar müsaitti ki, güçlü bir liderlik ve iddia, kıvılcımı koca bir yangına dönüştürmeye yetiyordu. Hong Şiuçuan memuriyet sınavlarında başarısız olmuş, defalarca girip başarılı olamadığı sınavlar için yalnız kendisini değil, düzeni de sorumlu tutmuştu. Hıristiyanlık hakkında öğrendiklerini Çin kültürü ve vatanseverliğiyle birleştirdi. Kendisini İsa’nın küçük kardeşi ilan etti ve yoksul düşmüş, çaresiz halkı yeni bir düzen umuduyla etkilemeyi başardı. Onun fikirleri bugün bile ilgi çekicidir; özel mülkiyeti kaldırıyor, kadınların konumunu tartışmaya açıyor, tütünü, alkolü, afyonu yasaklıyordu. 1850’de çıkan ayaklanma geniş destek bulmuştu ve 14 yıl boyunca sürdü, ülkenin güney ve doğusunu ele geçiren isyancıların, atlı birlik eksikliği ülkenin kuzeyinde etki kurmalarını engelledi ama kuzeyde de Nien köylüleri ayaklanmıştı. Ülkenin neredeyse her tarafı isyan dalgasıyla sarsılıyordu. Buna daha sonra Müslümanlar da katılacaktı. Üstelik bu kriz dönemini dışardan gelen etkiler de ağırlaştırıyordu. İngiltere’ye ödenmesi gereken haraç, ülkeye çoğunlukla kaçak sokulan afyonun tüketiminin artması, dışarıya gümüş çıkışı, geleneksel ihraç pazarlarının Avrupa ve ABD menşeili ürünlere kaptırılması içerde zaten bozuk olan ekonomik durumu alt-üst etti, vergileri ağırlaştırdı ve işsizliği artırdı.  İmparator, 20 milyon kişinin öldüğü Taiping ayaklanmasını dış güçlerden yardım alarak bastırabilmişti. İngiltere ve Fransa’dan yardım alan Çin,  artık dışarıyla kurduğu ve uzun süredir koruduğu tek merkezli, ilişkiyi sürdüremezdi. Afyon Savaşları öncesi kendisini merkeze alarak dünyaya bakan Çin’in aldığı ağır yenilgiler “barbar” dediği uluslar karşısında diz çökmesine neden olurken her seferinde daha fazla taviz vermeye zorlandı. Bunun sonucunda Han milliyetçiliği yükseldi çünkü ülkenin diz çöktürülmesi zor kullanılarak, kanlı bir süreçle sağlanmıştı. Üstelik durum kötüye giderken ülkenin başında “yabancı” bir hanedan bulunması tüm suçlamaları Mançular üzerinde yoğunlaştırıyordu. Batılılar ise bir yandan Mançu hanedanını ticaret bariyerini kaldırması için savaşla tehdit ederken, diğer yandan daha fazla taviz koparmak için Hıristiyan öğretilerden esinlenen Taiping ayaklanmasının bastırılmasına destek verdiler.  Mançular, hâkimiyetlerine meydan okuyan içerdeki isyancılar ile ülkenin geniş pazarı ve zengin hammadde kaynaklarına göz diken Batılılar arasında denge kurmaya çalışıyordu.20.yy’ın başlarında milliyetçi dalgayla hâkimiyetleri son bulduğunda 19.yy boyunca hırpalanmış “yarı-sömürge” durumuna düşmüş bir Çin bıraktılar. 19.yy’ı art arda krizler ve değişim yönünde zorlamalarla geçiren Çin, Batı-dışı toplumlarda yaşanan gecikmiş modernleşmenin sancılarını yaşadı. Bu süreçte toprak kayıplarına uğramasına rağmen bölünmeden kalmayı başarması dikkat çekicidir.
Sonuçta, 19.yy dünyası Batı hâkimiyeti ile sonuçlanan ve onun tek merkezli bakışını Batı-dışı toplumlara dayattığı bir dünyaydı. Batı-dışı toplumlar birbirlerine benzer süreçlerden geçtiler, Çin’inde Batı’da yaşanan gelişmelerden etkilenmemesi imkânsızdı. Çin bu uzun ve zahmetli değişim sürecinden geçerek bugün dünyanın en güçlü devletlerinden biri halinde geldi.


         Historical population
§  1500: 103,000,000
§  1650: 123,000,000
§  1750: 260,000,000
§  1850: 412,000,000


21.yy Batı/Doğu ve İlerleme Üzerine

Günümüzde dünyanın küresel ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı Batı medeniyetinin 16.yy’dan sonra dünya üzerinde kurduğu hâkimiyetin sonuna gelindiği tartışılmaktadır. ABD’de önce Charles Kupchan sonra Zbigniew Brzezinski ve en son olarak Robert Kagan gibi stratejistler son kitaplarında özelde ABD’nin ama genelde Batı’nın dünya üzerindeki hâkimiyetini kaybetmek üzere olduğunu kabul etmekle birlikte gelecek için Asya’nın merkezde olduğu bir dünya öngörmektedirler. İçinde bulunduğumuz bu geçiş döneminde Batı’nın gücünü kaybettiği bir dünya şekillenmekteyken özellikle Rönesans ve Reform ile başlayan Sanayi devrimi sonucunda gelişen doğayı, insanı tanımak ve kontrol etmek böylece insanı merkeze koyarken doğayı ikinci plana atmak hatta onu yok etme seviyesine getirilen bir süreç yaşanmaktadır. Öyle ki “gelişme” “kalkınma” “ilerleme” gibi kelimelerle ismi en çok telaffuz edilen ülkeler, gelişmektedir ama dünyanın en kirli şehirlerine sahiptirler, kalkınmaktadır ama dünyanın en kirli havası bu ülkelerde bulunmaktadır, ilerlemektedirler ama bu ülkelerde su kirliliği insan hayatını tehdit eder boyutlara ulaşmaktadır.  Bu “gelişme” “kalkınma” “ilerleme” tutkusu temelde insan-doğa ilişkisinin tezatlarını içerirken,  ülkelerin insan refahını hiçe sayan çevresel, iklimsel, sosyo-ekonomik, tarımsal, demografik tehditlere karşı işbirliği yaparak küresel bir cevap verme olanağını da ortadan kaldırmaktadır. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerden özellikle de Çin ve Hindistan gibi kalabalık nüfuslu ülkelerin incelenmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin dış politikası, iç gündemi, askeri ve teknolojik yapılanması dikkatle takip edilmelidir. Önümüzdeki yazılarda bunlar üzerinde duracağım.


Öncelikle merhaba!


Bir blog oluşturmamı tavsiye eden ve beni destekleyen Günberk Gülderen'e teşekkürler...